Güzelliğin ortaya çıkarılması olarak sanat, hiç de sanıldığı kadar basit bir kavram değildir. Özellikle de günümüzün estetikçilerinin güzellik kavramı içinde dokunma, tat ve koku alma duyularımızı da eklemelerinden sonra. Ama ortalama insan bunları ya bilmiyor ya da bilmek istemiyor ve sanatın içeriğinin güzellik olduğunu kabul etmekle bütün sanat sorunlarının kolayca çözülebileceğine inanıyor. Ortalama insan için sanat, güzelin ortaya çıkarılmasıdır; güzel ile çözülemeyecek sanat sorunu yoktur.
Kant (1724-1804) güzel kavramının özünü, dolayısıyla da sanatı kendinden önceki kuramlara göre çok iyi açıklar. Kant’a göre insan doğayı kendi dışında ve kendini doğa içinde kavrar. Kendi dışındaki doğada gerçeği arar; kendi içinde de iyiyi arar; bunlardan biri saf aklın işidir. Öbürü ise pratik aklın. Bu iki algılama aracı dışında bir de yargıda bulunma, karar verme yeteneği vardır ki yargıda bulunmaksızın karar oluşturan ve arzusuz hazzı üreten de bu yetenektir. Estetik duygusunun temelini bu yetenek oluşturur. Kant’a göre güzel, öznel anlamda, yargıda bulunmadan ve ortada pratik herhangi bir yarar olmadan, genel olarak hoşlanılan şeydir; nesnel anlamda ise, şeylerin, amaçlarına ilişkin hiçbir şey bilmeksizin, algılanabilir ölçüde amaca uygun biçimlenişidir.
Schiller’e (1959-1805) göre de sanatın amacı, tıpkı Kant’a göre olduğu gibi güzelliktir; güzelliğin kaynağını ise, pratik yarar amacı taşımayan haz oluşturur. Böylece, sanata oyun da denebilir; ama değimsiz bir uğraş anlamında değil, güzellikten başka amaç taşımayan, yaşamın güzelliğinin ortaya çıkması anlamında.
Fichte’ye (1762-1814) göre güzellik bilincinin ortaya çıkması şu şekilde olur: Dünyanın, daha doğrusu doğanın iki yanı vardır; o, bir yandan bizim sınırlılığımızın ürünüdür. Bir yandan özgür, ideal etkinliğimizin ürünü. İlk anlamda dünya sınırlıdır, ikincisinde ise özgür. Yine, ilk anlamda her beden sınırlıdır, çarpıktır, sıkışıktır ve biz çirkinliği görürüz; ikincisinde iç bütünlük, yaşam, canlanma, yenilenme vardır ve biz güzelliği görürüz. Böylece, bir şeyin çirkinliği ya da güzelliği, Fichte’ye göre, seyredeniz bakış açısına bağlıdır. O bakımdan güzellik dünyada değil, güzel ruhta bulunur. Sanat da bu güzel ruhun ortaya çıkışından başka bir şey değildir, ve sanatın amacı yalnız aklı değil (bu bilincin işidir), yalnız yüreği de değil (bu da ahlak vaizinin işidir), bütünüyle insanı oluşturmaktır. Bu nedenle güzelin imleci, dışsal herhangi bir şeyde değil, sanatçıdaki güzel ruhun varlığındadır.
Adam Müller’e (1779-1829) göre iki güzel vardır: Biri, güneşin gezegenler çekmesi gibi insanları çeken toplumsal güzel (daha çok antiktir bu güzel); öbürü, bireysel güzel; bunda, seyreden güneş olur ve güzeli çeker (yeni sanatın güzelidir bu). Her sanat yapıtı bu evrensel uyumun yinelenmesinden başka bir şey değildir. En yüce sanat hayatın sanatıdır.
Schelling’e ( 1775-1854) göre sanat, öznenin kendi nesnesine dönüştüğü ya da nesnenin kendisinin öznesi olduğu dünya görüşünün yapıtı ya da sonucudur. Güzel, sonlu olanda sonsuzluk tasavvurudur. Ve sanat yapıtının temel karakteristiği bilinçsiz sonsuzluktur. Sanat, özellikle nesnelin, doğayla aklın, bilinç dışıyla bilincin birleşmesidir. O nedenle de bilginin, bilmenin, anlamanın en üstün aracıdır sanat. Güzellik, şeylerin kendilerinde kendilerini, her şeyin temelinde bulunuşlarını seyirleridir. Ve güzeli, bilgisi ya da istenciyle sanatçı üretmez, ondaki güzellik ideası üretir.
Vischer’e (1807-1887) göre güzellik, kendini sınırlı biçimde ortaya koyan düşüncedir. Düşüncenin kendisi bölünemez değildir; yükselen ve alçalan çizgiler şeklinde bir sistemden oluşmuştur. Düşünce ne kadar yüceyse, o kadar güzellik içerir; ama en alçak düşüncede de güzellik vardır, çünkü o da sistemin zorunlu bir halkasını oluşturur. Düşüncenin en yüce biçimi kişiliktir; o nedenle de en yüce sanat, en yüce kişiliği konu alan sanattır.
İnsanlar sanatın anlamını ancak bu etkinliğin ereğinin güzellik, yani haz olmadığını gördüklerinde anlayacaklardır. Sanatın ereğini güzellik ya da sanattan duyulan belli bir haz olarak görmek, sanatın ne olduğunun anlaşılmasına, sanatın tanımlanmasına bir katkı sağlamayacak, tersine, falanca yapıt neden kimilerinin hoşuna gidiyor da kimilerinin gitmiyor gibi sanatın tanımlanmasını büsbütün olanaksızlaştıran, sanata tümüyle yabancı,metafizik, psikolojik, fizyolojik, hatta tarihsel bir alana taşıyacaklar sorunu. Ve birisi armut severken, bir başkası neden et sever tartışmasının, beslenmenin özünün ne olduğuna açıklık getirilmesine nasıl hiçbir katkısı yoksa, sanattan zevk sorununu çözümlemenin de (ki sanatın ne olduğu tartışmalarının ister istemez gelip dayandığı konudur bu) adına sanat dediğimiz insan etkinliğinin -bu özel etkinliğin- özünün ne olduğunun açıklamasına hiçbir katkı sağlamadığı, hatta böyle bir açıklama yapılabilmesini büsbütün çıkmaza soktuğu görülmektedir.
Uğruna milyonlarca insanın emeğinin, hatta insanların yaşamının, ahlakının feda edildiği sanatın ne olduğu sorusuna estetikçilerden aldığımız hemen hemen her yanıt, sanatın amacı güzelliktir, güzelliği ondan duyduğumuz hazla algılarız, sanattan haz duymak iyi ve önemli bir şeydir’e indirgenebilecek bir yanıttır. Başka bir deyişle, sanatın tanımı olarak benimsenen şey, sanatın tanımı değil, gerek sanat denilen ne idüğü belirsiz sanal kavram adına insanların katlandıkları özverileri, gerekse var olan sanatın bencil hazzını ve ahlaksızlığını haklı çıkartmak için kurulmuş bir tuzaktır yalnızca. O bakımdan da, -böyle bir yargı ne denli tuhaf karşılanırsa karşılansın- sanat üzerine dağ gibi kitaplar yazılmış olmasına karşın, bugüne dek sanatın doğru dürüst bir tanımı yapılmamıştır. Nedeni de, sanat kavramının temeline güzellik kavramının konulmuş olmasıdır.
Sanatı doğru tanımlayabilmek için her şeyden önce onu bir haz alma aracı olarak görmekten vazgeçmek, onu insan yaşamının koşullarından biri olarak görmek gerek. Sanatı böyle görmeye başlarsak, onun insanların birbirleriyle ilişki kurmalarının araçlarından biri olduğunu da görürüz.
Her sanat yapıtı, onu algılayan kişiyle o yapıtı üretmiş ya da üretmekte olan arasında, yapıttaki sanatsallığı algılamış ya da algılayacak olanlar arasında belli bir ilişki kurar. Söz, insanların düşünce ve deneyimlerini birbirlerine aktarmaya yarar; böylece o insanları bir araya getirmenin, birleştirmenin aracı işlevini görür, sanatın işlevi de tıpkı bunun gibidir. Sanatın insanlar arasında kurduğu ilişkiden farkı, sözün insanların birbirlerine düşüncelerini, sanatın ise duyguları aktarmanın aracı olmasıdır.
Sanat, bir başkasının yaşadığı duyguları görerek ya da duyarak algılayan birinin, bu duyguların aynısını yaşaması temeline dayanan bir etkinliktir.
Sözcüklerle aktarılan düşünceleri anlama ve kendi düşüncelerini başkalarına aktarabilme yeteneği olmasaydı insanın hayvandan farkı olmazdı. Bir başka yeteneğinden, sanattan yoksun olmasınınsa sonuçları bundan da kötü olur, en düşmanca duygularla, dağınık guruplar halinde ve tam bir yabanıllık içinde yaşıyor olurdu insanoğlu. O bakımdan son kerte önemli bir etkinliktir sanat; konuşmanın insan için önemli ve insan hayatında tuttuğu yer ne ise, sanatınki de odur. Eğer sanat insanı ürpertmiyor, etkilemiyorsa, bu durum kesinlikle izleyicinin o sanatı anlamamış olmasında değil, izlenilen bu şeyin ya kötü sanat olmasından ya da hiç sanat olmamasındandır.
Üstün sanat yapıtları büyük çoğunluk tarafından anlaşılamaz deniliyor; bunlar bu üstün yapıtları anlayabilecek donanıma sahip seçkinler tarafından anlaşılabilirmiş ancak. Peki, madem çoğunluk anlamıyor, anlatın o zaman, o yapıtı anlamak için gerekli bilgiler neyse onları verin insanlara. Ama galiba böyle bilgiler yok ve o yapıtı açıklamak, anlatmak mümkün değil; o yüzden de iyi sanat yapıtlarını çoğunluğun anlayamayacağını söyleyenler, herhangi bir açıklama yapmak yerine, bu yapıtları anlayabilmek için onları tekrar tekrar okumak, dinlemek ya da seyretmek gerektiğini söylüyorlar. İyi ama bu, insanları o yapıtlara alıştırmak olmuyor mu? İnsan her şeye alışabilir, en kötü şeylere bile. İnsanlar kokmuş yiyeceğe, votkaya, sigaraya, afyona alıştırıldığı gibi, kötü sanata da alıştırılabilir; alıştırılıyor da nitekim.
Çoğunluğun üstün sanat yapıtlarını değerlendirebilecek beğeniden yoksun olduğu savı temelsiz bir sav. Çünkü çoğunluk bizim üstün sanat dediğimiz sanatı her zaman anlamıştır: İncil’in eğretilemelerle dolu o yalın öykülerini, halk masallarını, halk şarkılarını, söylenceleri herkes anlar. Bütün bunları anlayan halk, iş bizim yüksek sanatımızı anlamaya geldi mi, neden birdenbire anlayışını kaybetsin ki?
“Sanatım karşısında adam hiç tınmadı bile, besbelli tam bir budala var karşımızda” şeklinde bir söz, kendine aşırı güvenle birlikte tam bir küstahlığı, rolleri değiştirme el çabukluğunu, hasta kafanın kusurlarını sağlıklı kafaya yükleme edepsizliğini de içeren bir sözdür.
Sanat, akli olması nedeniyle anlaşılamaz, alımlanamaz olanı anlaşılır, alımlanır hale getirmelidir; budur çok önemli bir özelliği de sanatın. Gerçek bir sanatsal etki altında kalan kişiye, sanki bunu eskiden de biliyormuş gibi gelir; biliyormuş, anlatamıyormuş gibi. İyi, üstün sanat hep böyledir.
Kaynak: Leo Tolstoy – Sanat Nedir